Yemyeşil bir manzara, renk renk çiçeklerle kaplı bir arazi veya ihtişamıyla bizi hayranlığa sevk eden bir mimari eser… Sivas’ta Ulu Camii sözgelimi, Edirne’de Selimiye, Hindistan’da Taç Mahal… binlerce yılı aşıp gelen eski medeniyetlerin kalıntıları… bir üstadın hayal dünyasından doğan bir beste… ya da enginliğiyle ve kıyılara vuran dalgalarıyla hayranlık ve ürpertiyi birlikte yaşatan coşkun bir deniz manzarası… hemen cezbeder bizi, değil mi? Kimi doğal, kimi de insan emeğinin ürünü bu güzellikleri bir süre de olsa seyre dalmadan geçip gidemeyiz yanlarından. Bunlarda içkin bulunan ihtişam veya yoğun insan emeği ve hayal gücü ruhumuzu coşturur.
Güzellikler karşısındaki bu tutumumuzu ifade eden “huşû” kavramı, iki duyguyu bir arada ve iç içe anlatıyor: Hayret/hayranlık ve ürperti. Kelimenin İngilizcesi olan “awe” da buna yakın bir anlam içeriyor ve insan ruhunu besleyen bu özellikleri nedeniyle (ve iyi ki) de giderek daha çok psikolojinin araştırma alanına giriyor.
Zira güzellikleri görebilecek bir donanımda olmak insan olmamızın da en güzel yönlerinden biri; hayatımızda güzellikleri çoğaltan, sözgelimi sanatı geliştirip yayan, temel unsurlardan biri de bu değil mi? Malum, marifet iltifata tabi. Aşık Veysel’e “güzelliğin on para etmez, şu bendeki aşk olmasa” dedirten duygu da bu olmalı. Görüp takdir eden birileri olmasa güzellikler ne anlam ifade eder ki?
Çevremizdeki güzellikleri fark edebilmek, sağlık ve mutluluğumuz üzerinde olağanüstü etkilere sahiptir. Bunu kimi zaman açık, kimi zaman da sezgisel olarak bilir ve hissederiz. Bu yüzdendir ki, şehirlerde daha çok yeşil alan isteriz. İlk fırsatta açık alanlara, kıyılara gitmek isteriz. Sevdiğimiz bir konserin hazzının günlerce ve hatta haftalarca izlerini taşırız ruhumuzda. Kuşlara, atlara, kedilere, köpeklere… tutkuyla bağlanırız. Dahası, bu tutkumuzdan yararlanarak, tedavi ederiz ruhumuzu asırlardan beri. Boşuna değil, evcil hayvan beslemiş sözgelimi atalarımız veya daha ileri durumlarda da müzik, hippoterapi (atlarla tedavi) gibi usullere başvurmuş.
Şükür ki psikoloji biliminin yeni yeni araştırmaları da huşû duygusunun çok yönlü faydalarını ortaya koymaya başladı. Bu konunun öncülerinden Prof. Dacher Keltner kitabı ve yazılarında bunu çok güzel anlatır. Özetlemek gerekirse:
Huşu duygusu fiziksel sağlığımıza katkı yapmanın yanında, zihinsel modumuzu da değiştirerek, daha rasyonel ve sağlıklı düşünmemize katkıda bulunur, öğrenme kapasitemizi artırır; doğa ve sanatın güzelliklerinin ihtişamı karşısındaki kendi mütevazı halimiz maddeci tutumumuzu yumuşatır; bizi daha cömert, anlayışlı ve işbirliğine yatkın hale getirir ve diğer insanlar ve insanlıkla bağ kurmamızı kolaylaştırır.
Microsoft Windows’un meşhur duvar kağıdının bize uyarlanmış hali 🙂 Evet, bu manzara bizi güldürüyor, ama doğaya özlemimizi ve güzelliğin dayanılmaz cazibesini de veciz biçimde anlatmıyor mu sizce de?
Belediyeler de benzer gerekçelerle şehirlerde yeşil alanları artırmaya çalışıyor. İlginç bir örnek, İngiltere’de bunun “yalnızlığa” da çare olarak görülmesi. Hatırlarsınız, uzun süreli yalnızlığın bir sağlık sorunu haline gelebileceği bilinciyle, İngiltere bir ilke imza atarak Yalnızlık Bakanlığı kurmuştu. İşte bu bakanlığın ilk önerilerinden biri şehirlerde park ve bahçelerin bu yönde düzenlenerek geliştirilmesi olmuş. Park ve bahçeler sağlığı korumakla kalmıyor, sosyalleşmeyi artırıyor diyor bir haber. Bundan yola çıkarak, bazı belediyeler de aşağıdaki resimdeki gibi gönüllü aktiviteleri teşvik etmeye başlamış.
Aslında doğa da bu tutkumuzu ödüllendirirken, sanki bir yandan da bizi kullanıyor 🙂 gibi: Ağaçlar (özellikle meyve ağaçları) ve çiçekler bahçemizin ve evimizin baş köşesine kurulup, adeta gönüllü bakıcıları yapmıyor mu bizi kendilerine? Ve bu, aslında harika bir strateji, değil mi? Neticede, hayatta kalmak ve türünü devam ettirebilmek için diken üretmek te, çiçek açmak ta, meyve vermek te bir yöntem. Ama, sevilip özen görmek istiyorsanız, güzellik üretmelisiniz.
Demek ki doğa ve içimizde buna karşı uyanan huşû duygusu, bize hayranlık yanında, hayata karşı tutumumuzun ne olması gerektiğine de ilham veriyor: Güzele değer vermek, çoğaltmak, yaymak, eserler bırakmak bizden sonrakilere. Ta ki gelecek nesiller minnet ve şükranla yad etsin, Yahya Kemal gibi:
Eslaf kapıldıkça güzelden güzele,
Fer vermiş o neşveyle gazelden gazele,
Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadîm,
Bir meş’aledir devr edilir elden ele.[1]
(Eslaf: Selefler, öncekiler.
Fer vermek: Güç/can vermek.
Neşve: Neşe.
Seher-i haşr: Mahşer sabahı.
Şi’r-i kadîm: Eski/meyen şiir)
İşin belki en güzel tarafı, bunu gündelik hayatımıza da kolayca uygulayabilecek olmamız. Ve bunun, sanat gibi illa da bizi hayrete sevk edecek derecede olmasının gerekmemesi. Küçük de olsa her güzelliği takdir edip desteklemek, bir güzel davranışa öncülük etmek yahut çevremizde küçük bir nezaket hareketi başlatmak… kelebek etkisi gibi büyüyerek güzellikleri çoğaltmaz mı?
Öyleyse, güzelliği görebilmekte olgunlaşmalıyız; fark etmeli, pratik yapmalı, derinleşmeliyiz. Bir Tepeden Bakmalıyız sözgelimi Aziz İstanbul’a Yahya Kemal gibi… yahut İstanbul’u dinlemeli Orhan Veli gibi, gözleri kapalı. Belki en önemlisi gönül gözüyle görmeli her şeyi Aşık Veysel gibi… ta ki Kara Toprak bile sadık yar olsun.
Yahut da kalp gözüyle görmeyi öğrenen Küçük Prens gibi olmalı. Dünya edebiyatının en güzel örneklerinden biri olan Antoine De Saint Exupery’nin Küçük Prens’ini hatırlayın:
Küçük Prens, gülünün nazı ve kaprisinden bıkınca, kendi küçük gezegeninden çıkar ve dünyada bir çöle iner. Dünyada dolaşırken, gülleri gören Küçük Prens şaşırmış ve hayal kırıklığına uğramıştır: “Eşi benzeri bulunmayan bir çiçeğe sahip olduğum için çok zengin olduğumu düşünüyordum. Yalnızca sıradan bir gülmüş”. Küçük prens çimenlere uzanıp, ağlar ve işte o zaman tilki ortaya çıkar.
“Benimle oynar mısın?” der küçük prens. “Çok mutsuzum.”
“Hayır,” der tilki. “Oynayamam; evcil değilim ben.”
“Evcil ne demek?”
“Genellikle ihmal edilen bir iş, bağ kurmak anlamına geliyor. Yani, örneğin sen, benim için hâlâ yüz bin öteki çocuk gibi herhangi bir çocuksun. Benim için gerekli de değilsin. Ben de senin için yüz bin öteki tilkiden hiç farkı olmayan herhangi bir tilkiyim. Ama beni evcilleştirirsen, beni kendine alıştırırsan, birbirimiz için gerekli oluruz o zaman. Benim için sen dünyadaki herkesten farklı biri olursun. Ben de senin için eşsiz benzersiz olurum…”
Küçük prens, “Anlıyorum galiba,” dedi geride bıraktığı kendi çiçeğini düşünerek, “Galiba o beni evcilleştirmiş…”
“İnsan ancak evcilleştirirse anlar,” dedi tilki. “İnsanların artık anlamaya zamanları yok. Dükkânlardan her istediklerini satın alıyorlar. Ama dostluk satılan bir dükkân olmadığı için dostları yok artık. Eğer dost istiyorsan beni evcilleştir.”
“Seni evcilleştirmek için ne yapmalıyım?” diye sordu küçük prens.
“Çok sabırlı olmalısın,” dedi tilki. “Önce karşıma, şöyle uzağa, çimenlerin üstüne oturacaksın. Gözümün ucuyla sana bakacağım, ama bir şey söylemeyeceksin. Sözler yanlış anlamaların kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınıma oturacaksın…”
Böylece küçük prens tilkiyi evcilleştirdi.
“Gidip güllere bak şimdi,” dedi Tilki. “Kendi gülünün eşi benzerinin olmadığını göreceksin.”
Küçük prens gidip güllere baktı. “Siz benim gülüme benzemiyorsunuz,” dedi. “Çünkü ne bir kimse sizi evcilleştirdi, ne de siz bir kimseyi. İlk gördüğüm zamanki tilkim gibisiniz. O zaman yüz bin başka tilkiden herhangi biriydi. Ama şimdi dostum oldu ve benim için eşi benzeri yok.”
Sevgi ve huşûyla kalın.
[1] Klasik Türk Müziği seviyorsanız, Münir Nurettin Selçuk’un Yahya Kemal’in bu ve başka bir rubaisiyle birleştirerek yaptığı “Çepçevre Bahar İçinde” adlı harika bestesini, üstadın kendi sesinden ve/veya yeni bir yorum olarak Didar Aliye Koyuncu’dan dinlemenizi öneririm.
No Comments
Leave a comment Cancel