Herhangi bir günün saat 07.00 suları… Telefon ısrarlı ısrarlı çalmakta…
Mahmur gözlerini ovuşturarak uyanan Galatasaray Spor Kulübü ‘nün Başkanı Mehmet Cansun, telefonun neden bu kadar erken çaldığını öğrenmek üzere telefona doğru yürümekte…
Yaptığı işin özelliği nedeniyle, “Bu saatte hangi münasebetsiz arıyor” diye bir tepki göstermesinin anlamsız olduğunu bilir. Sadece “İnşallah tatsız birşey değildir” diye geçirir kafasından.
— Efendim?
— Ali Bey, sizi ve yönetim kurulunuzu Saat 19.05’te Galatasaray Lisesi Tevfik Fikret salonunda bekliyor… Mutlaka orada olun…
— Kimsiniz? Ali Bey kim?…
— Biip biip biip!
Allah Allah!… Bugüne kadar münasebetsiz, saçma ve buna benzer şekillerde nitelenebilecek yığınla telefona muhatap olmuştu ama bunda bir farklılık vardı, öncelikle, toplantı çağrısını yapan ses, sanki başka bir dünyadan gelir gibiydi. Peki ama kimdi bu Ali Bey?
Mehmet Cansun telefondaki sesin etkisinde kalmıştır ama bir anlam verememiş-
tir söylenenlere. Çünkü yönetimi toplantıya çağırma yetkisi kendisindedir ve böyle
birşeye gerek yoktur. Yine de tedirginliğini üzerinden atamaz ve başta Fatih Altaylı ol-
mak üzere yönetim kurulundaki arkadaşlarını arar. Meçhul şahıs ile aralarında geçen
konuşmayı aktarır.
Onlar da şaşırmışlardır başkanın anlattıklarına. Yine de tüm yönetim kurulu üye-
leri itirazsız bir şekilde bahsedilen saatte, bahsedilen yerde olacaklarını söylerler.
Aşağı yukarı aynı anda bir başka telefon daha çalar.
Fatih Terim, Galatasaraylılığın vermiş olduğu heyecan ve biraz da merakla ne ol-
duğunu anlamadan kendini havaalanında ve İstanbul uçağını beklerken bulur… Bir
konferans için geldiği Almanya’da başka bazı işleri olmasına karşın dönmek zorunda
kalmıştır.
Ama bundan dolayı bir tepki içinde falan değildir; sadece merak etmektedir. Uçak saatini beklerken de telefonda görüştüğü ve uçak biletini rezerve ettiren kişinin kim olduğunu düşünür. Kimdir bu Ali Bey? Nasıl olup da bu çağrıdan böylesine etkilenip işini gücünü bırakarak fırlamıştır?
Fatih Terim, Atatürk Havaalanı’na indiğinde, şimdilik çözümü zor olan denklemin içinde yalnız olmadığını fark eder… Ona doğru karmaşık duygular içerisinde yürüyen birilerini daha görür… “ölene dek Galatasaraylı” Hakan Şükür, Tugay Kerimoğlu, Ümit Davala, Arif Erdem, Ergün Penbe.
Sarılıp öpüşürler. Kısa bir konuşmadan sonra birbirlerine aynı soruyu sorarlar;
“Kim bu Ali Bey?”
Aynı gün saat 19.00 sulan… Yer İstiklal Caddesi, Galatasaray Lisesi önü…
Lisenin önünde bekleyen gazeteciler vardı… Sadece muhabirler değil, Galatasaray’ı sürekli izleyen ve bir bölümü de kulüp üyesi olan spor yazarları da oradadır…
Mehmet Cansun, gazetecilerden uzak bir bölümde diğer arkadaşlarını beklerken
yanındaki Fatih Altaylı’ya şaşkın ama biraz da alaycı bir ses tonuyla:
— Allah Allah, şu gazeteciler içerisinde Galatasaray’a antipatisi olan yazarlar bile var, çok ilginç… Ne işleri olabilir ki burda? Halbuki onlar araştırma gereği hissetmeden yazmaya alışıktırlar… Hem sonra bu gazetecilere kim haber verdi ki?
“Gazeteciler herşeyi haber alırlar, yoksa gazeteci olamazlar” diye biraz gurur payı çıkararak karşılık verdi Fatih Altaylı. O da bir gazeteci olduğundan, bu mekanizmanın nasıl işlediğini biliyordu. Ne denli gizli tutulursa tutulsun, toplantıya katılacak olanlardan birinin doğrudan ya da dolaylı biçimde söylediği bir söz rahatlıkla bu toplantının haber alınabilmesine yol açardı…
Bir yandan da Altaylı’nın kafasının içinde hâlâ “Neden buradayız?” sorusu vardı… Ve yanıtsız olan bu sorudan dolayı düşünceliydi…
Saat 19.00’a doğru, birbiri ardına bütün yönetim kurulu üyeleri Galatasaray Lisesi’ne gelmeye başlamışlardı… Gazetecilerin markajından sıyrılanlar kendilerini diğer
arkadaşlarının yanına zor atıyorlardı…
Bu arada Fatih Terim, öteki futbolcular da Lise önünde görününce ortalık iyice karıştı…
Yönetim Kurulu üyeleri tamamlandı da bunlar nereden çıkmıştı şimdi? Aslında gazeteciler gibi yöneticiler de şaşkındı… Onları görünce tarifsiz duygular içinde donup kaldılar. Gayet de sevindiler, çünkü öylesine geldikleri bir işten bir değil birkaç manşetlik iş çıkacak gibi görünüyordu.
Yönetim kurulu üyelerinin ve başkanın bu şaşkın durumlarını gören Fatih Terim buna pek aldırış etmemişti. Zaten, davetin yönetimden gelmediğini daha telefonda hissetmisti… Çünkü ona emir falan vız gelirdi… Ama, onu toplantıya çağıran ses öylesine etkileyiciydi ki, o da itaat etmişti. Hakan’a da bunu havaalanında söylemisti. Yıldız futbolcu, aynı durumu kendisinin de yaşadığını söylemişti. Yoksa o hafta çok önemli bir maçları vardı ve izin almak olanaksız denilebilecek kadar güçtü…
O sırada Kaptan Bülent Korkmaz göründü… Eski hocası ve takım arkadaşlarını orada görünce şaşırdı. Ama o da çok sevinmişti. Üst tarafını düşünmek onun işi değildi.
O arada eski başkan ve yöneticilerin birer ikişer gelmeleri şaşkınlığı biraz artırdı. Alp Yalman ile Faruk Süren, Ali Uras ile Ali Tannyar birlikte geldiler. Ergun Gürsoy, Yurdaşen Karahasan, Adnan Polat gibi eski unutulmaz yöneticiler de lisenin önündeki kaynaşmayı artırdı.
Sadece futbolun değil, basketbolün, voleybolun, yüzme ve kürek sporlarının ve öteki bütün dalların ünlü isimleri, unutulmaz sporculan bir bir Liseye geliyorlardı.
Gerçekten çok tuhaf bir durum yaşanıyor ve kimse yaşanan durumu açıklayıcı birşeyler söyleyemiyordu.
Herkes lisenin giriş kapısı önünde beklemekteydi… Ama nedense lisenin bütün kapıları kilitliydi ve içeride hiç hareketlilik yoktu. Zaten istiklal Caddesi’nde de bir gariplik vardı ya, neyse!…
Saatler Tam 18. 55’i gösterdiğinde kapı açıldı. Kapıda görünen kişi, sanki tanıdık bir simaydı ama hiçbiri birsey sormaya cesaret edemiyordu…
Kapıyı açan kisi “Vatan Şairi Emin Bülent SERDAROGLU”ydu… Yani Galatasaray Spor Kulübünün 2 numaralı kurucusu…
Sadece oraya neden getirildiğini anlayamayan Fahriye YEN’in yüzünde şaşkınlık, beyninde yankılanıp dudaklarından dökülen “Bu imkansiz!” nidası vardı.
Aslında Fahriye Hanım’ın aklında çok çelişkili sorular da vardı… Daha birkaç yıl önce Galatasaray Spor Kulübünün 95. kuruluş yıldönümüne davet edildiğinde, bu törene, kalmış olduğu huzuevinin döküntü bir minübüsüyle gelmişti… Ama simdi öylemiydi? Kendisine önce harikulade giysiler yollanmış, aşağıda bekleyen Limuzin’e ise bir doktor ve bir hemşire eşliğinde bindirilmişti…
Ayrıca bir de ambulans vardı onları izleyen…
Etraftakiler, Fahriye Hanım’ın “İmkansız” diye attığı hafif çığlıktan birseyler çıkartmaya çalıstılarsa da, neyin imkansız olduğu konusunda hiçbir şey anlayamadı-
lar…
Kapıyı açan Emin Bülent Bey, davetlileri içeri aldı. Toplantının basına kapalı olduğu belirtildi. Kulüp üyesi olduklarını belirterek İçeri girmek isteyen bazı yazarlara izin verilmeyişi sıkıntı yarattıysa da, “Daha sonra gereken açıklama yapılacak” formülüyle sorun halledildi.
Liseden içeri girenler, Mekteb-i Sultani’nin ilk kez bu kadar ürpertici bir havada olduğunu farkettiler… Aslında burası hepsinin evi sayılırdı. Hava soğuk değildi. Ama neden bukadar ürperiyorlardı ki? Ah bir bilebilseler!
Bunları düşünürken kendilerini Emin Bülent Bey in peşinde ve medivenleri çıkarken buldular…
Tevfik Fikret Salonu’na girdiklerinde kürsünün arkasında oturan kişilerin kim olduğunu çözmeye çalıştılar… Bazıları biraz şüpheci davransalar da çoğu tanıyamadı bu insanları…
Herkes kendine ayrılan koltuğa oturdu. Sessizdiler…Kürsüde oturanların heybetinden çekinerek kimse ağzını bile açamıyordu… Sadece beyinlerini kemiren soruları kendi kendilerine sorabiliyorlardı…
“Kimdi bunlar?”
Kürsüye adını yeni öğrenecekleri Emin Bülent Bey geçti ve mikrofonsuz ama gür bir sesle:
— Hosgeldiniz! Ben, Emin Bülent SERDAROGLU… Bizleri kırmayıp buralara kadar geldiğiniz için kendim ve arkadaşlarım adına sizlere teşekkür ederim.
Konuşmayı dinleyenler hayretten açılmış gözlerinden süzülen gözyaşlarını saklamaya çalıştılar…
Emin Bülent Bey yapmış olduğu kısa giriş konuşmasından sonra, kürsüde oturan diğer şahsiyetlere döndü. Masanın en başında oturan şık ve bir o kadar da yakışıklı beyefendiyi eliyle ama sessiz bir şekilde kürsüye davet etti…
Bu sırada salonda çıt çıkmıyordu, ta ki Fahriye Yen Hanımefendi’nin haykırarak:
— Hayır, bu olamaz!
demesine kadar…
Fahriye Yen ağlıyordu. O yaşlı bedeni bu kadar heyecana dayanacak gibi değildi. Ama kürsüye gelen konuşman, bu olanlardan hiç etkilenmeden konusmasına başladı:
— Sevgili Galatasaraylılar… Çağrımıza uyup eksiksiz bir şekilde buraya geldiğiniz için teşekkür ederim… Ben, Ali Sami YEN.
Salonda bir uğultu oldu. Herkes şaşkınlık içinde birbirine baktı… Bu arada, Fahriye Yen’in ağlaması da sürüyordu.
— Aman Allah’ım, nasıl olur, nasıl olur…
Ali Sami Bey devam etti:
— Kuruluş amacımızı açıkladığım 1905 ten bu yana çok uzun zaman geçti. Doğrularıyla, yanlışlarıyla neredeyse koskoca bir yüzyıl geride bırakıldı. İlk günlerde, sınıf arkadaşlarım ve dostlarımızın ortak amacı olan başarı ve kalıcılık konusunda ne kadar haklı olduğumuzu bugün geriye baktığımızda görüyorum. Ve 1905’te söylediğim; “Amacımız İngilizler gibi toplu halde oynamak, bir renge ve isme sahip olmak. Türk olmayan takımları yenmektir” sözünün, bugün sizler tarafından en üst seviyeye çıkartılmış olması bana ve arkadaşlarıma tarif edilemez duygular vermiştir.
Bizler, sizleri gururla izlemekteyiz…
Galatasarayımızm katettiği yollar ve bulunduğu mevkii, alman kupalar ve elbetteki Avrupa Şampiyonlukları, Galatasarayımızm sağlam geleceğinin temeli olmuştur… Sizlerle gurur duyuyoruz. Teşekkür ederim.
Ali Sami Bey, konusmasını bitirip arkadaşlarının bulunduğu masaya doğru dön düğünde; kurucularımızdan Emin Bülent SERDAROĞLU, Asım Tevfik SONUMUT, Şehit Celal İBRAHİM, Bekir Sıtkı BİRCAN, Tahsin NAHİT, Reşat ŞİRVANİ, Refik Cevdet KAPLAKÇIOĞLU ve Abidin DAVER Beyler onu ayakta alkışlıyorlardı…
Aynı anda salonda bulunan dinleyiciler de titreyen elleriyle alkışlamaya çalışı yorlardı… İçlerinde baygınlık geçirenler, hıçkıra hıçkıra ağlayanlar vardı…
Aynı anda salonda bulunan dinleyiciler de titreyen elleriyle alkışlamaya çalışıyorlardı… İçlerinde baygınlık geçirenler, hıçkıra hıçkıra ağlayanlar vardı…
Aynı anda Tevfik Fikret salonunun arka taraflarındaki geniş boşluktan kuvvetli alkış sesleri gelmeye başladı… Adeta beyinlerin içinde çınlayan bu alkışların sahibini görmek için kafalarını çeviren Galatasaraylıların dilleri tutuldu… Çünkü bu alkışların sahipleri arasında “Vatan uğruna Şehitlerimiz”den Hasnun Galip vardı. Kafkas Cephesinde Şehit edildiğinde göğsünde “GS” rozeti bulunan Abdurrahman Robertson vardı. Çanakkale Arslanlarından Mehmet Muzaffer vardı.
Kısacası Vatan uğruna çeşitli cephelerde canlarını feda eden tüm Galatasaraylılar oradaydı…
Sait Halim Paşa ve Daniş Tunalıgil gibi, Ermenilerin kurşunları ile şehit edilen Galatasaraylılar da elbetteki alkışlayanlar arasındaydılar…
Efsane hocalarımız ve sporcularımızdan Tevfik Fikret, Muslih Hoca, Sabri Mahir, Arslan Nihat, Boduri, Metin Oktay, Gündüz Kılıç, Rober Eryol, Salim Satıroğlu, Bosko Kajganiç hepsi ama hepsi oradaydı… En arka sıralarda ise biraz yüksekçe bir yerde duran iki kişi daha vardı… Birisi elinde sarı ve kırmızı güller bulunan GÜL BABA, diğeri ise kocaman bir bayrağı sağ kolunu havaya kaldırmış bir şekilde sallayan Kanncaezmez ŞEVKİ…
O gün orada yaşanan olaylar, orada bulunanların hayatlarında kimseye anlatamayacağı ve tarif edemeyeceği şeylerdi… Dışarıda bekleşen gazeteciler ve diğer insanların içeride olup biten hiçbir şeyden haberleri yoktu… Olamayacaktı da…
Alpaslan DİKMEN
No Comments
Leave a comment Cancel