ve görevimi tamamlamanın mutlu bilinciyle hayatımı bitireceğim.
Arthur Schopenhauer
“Okumak … ahmaklaştırır. Çünkü her boş vakitte okumak ve sürekli olarak sadece okumak zihni … felç edici bir etkiye sahiptir… Okurken zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir … [sürekli okuyan] yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder.”
“Öyleyse bu yazıyı da okumayalım…” 🙂 demeden önce, hatırlatayım ki bu sözler Schopenhauer’e ait; şahsen böyle bir iddiada bulunmuyorum.
İyi de, Schopenhauer, okumak gibi bir değer için neden böyle ağır ifadeleri tercih etmiş olabilir?
Bunu anlamak için baştan başlayalım ve (şimdilik) Schopenhauer’in bizi tam da sakındırdığı şeyi, yani yazarın mantık zincirini takip edelim:
“Okurken bir başka kimse bizim için düşünür: Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Nasıl ki yazmayı öğrenirken talebe öğretmen tarafından kalemle çizilmiş çizgileri takip eder: Okurken de tıpkı bunun gibidir; düşünme işinin büyük bölümü zaten bizim için bitirilmiştir.”
Şimdi Schopenhauer’in meramı daha iyi anlaşılmış olmalı. Ama yine de bu açıklama bizi tatmin edecek düzeyde değil, tabii. Zira medeni bir toplumda yaşayan bireyler olarak, doğduğumuzdan beri en çok duyduğumuz şey okumanın erdemi değil mi?
Tahmin ettiğiniz gibi onun itirazı da okumaya değil zaten; deyim yerindeyse, abur-cubur ve hazmedilmeden okumayı eleştiriyor. Düşünmeye zaman ayırmadan, moda kitapları takip etmekle yetinen bir zihnin köreleceğine dikkat çekiyor: “Eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa okudukları kök salmaz, büyük bölümü itibariyle kaybolur.”
Bu modayı devam ettiren yazarları da eleştirir ve yazdıklarının kısa bir zaman sonra fosilleşeceğine dikkat çeker. Ona göre, “insanlar, bütün zamanların en iyisi olanı okumak yerine, hep en yeninin peşine düştüklerinden, yazarlar kendi dönemlerinde şöyle veya böyle egemen olan fikirlerin dar alanına sıkışıp kalırlar … aradan çok değil, on yıl geçtikten sonra bunlardan birinin bile sözü” edilmeyecektir.
Schopenhauer bu mantık zinciri ile “özgürleştirmeden öğreten aptallaştırır” ve “bir beyne tabi olan beyin asla öğrenemez” diyen Cahil Hoca’nın[1] (Joseph Jacotat, öl. 1840) izini sürer gibidir.
Bu durumda, aklımıza iki soru gelecektir: Ne okumalı, nasıl okumalı?
“Ne okumalı” sorusuna Schopenhauer’in cevabı basit ve bugün için artık çok tanıdık: Kitaplar da dostlar gibi iyi seçilmeli ve belki daha da önemlisi farklılıklara kucak açıcı bir zihinle okunmalı. Aksi halde kıyas ve yeni fikirlerle boğuşup gelişme imkânlarından mahrum kalırız.
“Nasıl okunmalı” sorusu için, çok yönlü okumaya ek olarak, iyi bir önerisi var Schopenhauer’in (vurgular bana ait):
“Herhangi önemli bir kitap … bir kez daha okunmalıdır. Zira öncelikle kitabın muhtevası bütünü itibariyle ikinci kez okunduğunda kavranılır ve başlangıç ancak son bilindiğinde gerçekten anlaşılır; ve buna ilave olarak, kitap ikinci kez okunurken kişinin içinde bulunduğu ruh hali ve zihin yapısı ilkinden farklıdır, dolayısıyla çoğu kez başka bir izlenim elde edilir; muhtemeldir ki muhteva başka bir ışıkta görünür.”
İlk bakışta basit ve yeni bir şey söylemiyor gibi görünen bu ifadeler aslında çok önemli bir metodu anlatıyor. Bizi geliştirecek olan kitaplar, ilk okumada anlayamadığımız veya yeterince iyi anlayamadığımız kitaplardır. Bunlar için daha ileri bir zihinsel duruma/donanıma ihtiyacımız var. İlk okumada anlayamadığımızda stres veya paniğe kapılmadan ikinci, hatta gerekirse üçüncü, dördüncü… okumayı göze almamız çok önemli. Genellikle ikinci okumada zihnimiz bir kalıp/çerçeve (pattern) yakalar, beynimizin eşyayı bir düzen içinde görme eğilimi olağanüstü bir nimettir ve yılmadan devam ettiğimizde, gözümüzü korkutan bilimsel/felsefi metinlerden anlam çıkarmaya ve anladıkça da haz almaya başlarız. Bu bilinçle okumaya başlamak, ilkinde anlayamadığımızı gördüğümüzde yaşayacağımız panik, yılgınlık ve stresi büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır.
“İyi de, bir kitabı defalarca okuyacaksak hızımız kesilir, geride kalırız” diye düşünebilirsiniz. Ancak, burada zaten ilk okumada hemen anlayıp geçeceğimiz kitaplardan bahsetmiyoruz. Onlar için de metotlu bir tekrar (not alma, zihin haritası yapma v.b.) çok işe yaracaksa da, bizim için önemli olan ilk başta anlamakta zorlandığımız metinlerle karşılaştığımızda havlu atmadan yola devam edebilmek. Bu türden metinlerde, zaten normal olanın da tekrar tekrar okumak olduğu bilincine vardığımızda, bizi oyalamakta usta olan beynimizin oyunlarından kendimizi kurtarabiliriz. Hafızamızı yoklayalım, en çok oyalandığımız anlar, bize yılgınlık veren zor metinlere bir türlü başlayamamak değil mi? Beynimizin bizi oyalama taktiğinin temelinde bizi zorluklardan/acılardan koruma içgüdüsü yatar. İşte bu yüzden, defalarca okumanın normal olduğu bilinci, beynimizin bu türden oyalama çabalarını zaman içinde azaltacaktır ve biz, geri kalmak bir yana hızlanacağız.
Bunun kadar önemli bir husus da Schopenhauer’in yazmaya yaptığı vurgudur. Yazısının girişinde modaya uyarak gelip geçici kitaplar yazan dönemin yazarlarını yerden yere vururken, birden konuyu değiştirip sıradan insanların yazılarının da okunmaya değer olduğuna dikkat çekmesi şaşırtıcıdır: “Kitaplar bir zihnin, en saf özü, en mükemmel suretidir … insanın eserleri sohbetini aşar ve onu geride bırakır. Hatta sıradan bir insanın yazıları bile … okunmaya değer ve eğlendiricidir.”
Çoğumuz bir şeyler yazmak için doğuştan gelen bir yazarlık yeteneğine ihtiyacımızın olduğunu düşünürüz. Oysa hepimiz için yazmanın okumak kadar, hatta ondan da daha güçlü bir terapi gücü vardır. Yazmak zaten okumayla el ele giden bir süreçtir.
Yazımızın başlığındaki Schopenhauer terapisinin, yani yazımızın esaslı bölümünün başladığı yer tam da burası sevgideğer okurlar. Ancak yazıyı uzatmamak için hoşgörünüze sığınarak “Schopenhauer Terapisi” başlığını hak edecek asıl bölümü gelecek yazıya bırakıyorum.
Yazımızı bitirmeden önce, az da olsa Schopenhauer’i tanıyanlarınızın aklına gelebilecek, “çocukluğundan itibaren bu huysuz, yalnız, tuhaf ve mutsuz 19. Yüzyıl filozofunun düşünceleri kendisini tedavi etti mi ki?” sorusunu kısaca cevaplayalım. Evet, öyle görünüyor ki onun için işe yaramış. Yukarıdaki alıntıların da içinde yer aldığı son kitabı Parerga ve Paralipomena’yı[2] (1851) bitirdiğinde şöyle yazar:
“Son çocuğumun doğduğunu gördüğüm için çok memnunum. Sanki yirmi dört yaşımdan beri taşıdığım bir yük omuzlarımdan kalktı. Bunun ne anlama geldiğini kimse bilemez.” Yine, “… ve görevimi tamamlamanın mutlu bilinciyle hayatımı bitireceğim” diye yazdığı son sayfalarda,
Yolun sonunda yorgun bir şekilde dikiliyorum
Bitkin alnım defne tacını zor taşıyor
Ama yaptıklarımı memnuniyetle görüyorum
Başkalarının söylediklerinden yılmadan.
dizelerini tarihe bir not gibi kaydeden biri için, bu iyi bir son olsa gerek, değil mi?
Huysuz, yalnız, tuhaf, mutsuz ve çevresinde (annesi dahil) tek bir dost barındırmayan Schopenhauer, 72 yaşına geldiğinde, 1860 Eylülünde sabah kahvaltısından sonra yaslandığı divanın kenarında, son yıllarına kadar hep korktuğu ama sonunda barıştığı ölümle, ansızın sessizce yüzleşmişti.
Oysa bu özelliklere sahip bir genci gördüğünüzde, tıpkı Schopenhauer’in annesi gibi, onu kötü bir sonun beklediğinden endişelenirdiniz değil mi?
Pekiyi, Schopenhauer’i bu kötü sondan koruyan neydi?
[1] Jacques Ranciere, Cahil Hoca, Metis Yayınları, ikinci basım 2017.
[2] Bu kitabın bazı bazı bölümleri Ahmet Aydoğan’ın çevirisiyle Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine başlığıyla Say Yayınları trafından yayımlanmıştır.
No Comments
Leave a comment Cancel